Genç adam kaldırımda bir elektrik direğine yaslanmış, bekliyordu. Parkasından yağmur suları sızmaktaydı. Hafifçe çiseleyen yağmur, koltuğunun altındaki kitapları da ıslatmıştı. Belki yüzüncü kez “Ya gelmezse” diye düşündü. Ya gelmezse? “Gelecek! Mutlaka gelir.”
Hafifçe mırıldanarak kendi kendini avutuyordu. Şimdiye değin hiç gelmediği olmuş muydu? Evet olmamıştı ama hep geç gelir, böyle bekletirdi işte. Saatine baktı ve “Birazdan burada olur” diye söylendi.
Genç adam, Ankara’nın insana hüzün ve kükürt dioksit veren sisli havasını yavaşça içine çekti. Sonra endişe ve merak dolu bakışlarla gelip geçen taşıtları izlemeye koyuldu. Bir an, uzaktan hızla yaklaşan bir gölgeyi o sanarak irkildi. Hayır, bu kez de yanılmıştı. Düş kırıklığı yağmurla birlikte çoğalıyordu sanki. Bir saçak altına girse? Yoo olmaz! Durakta beklemeli.
Genç adam sıkılıyordu. Yağan yağmurda bu sıkıntısı bile ıslanmış, yapış yapış olmuştu. Şimdi bir sigarası olsa ne güzel efkâr dağıtırdı. Özlemle içini çekti. Sonra birden henüz sigaraya başlamadığını anımsadı, üzüldü. Zaten kibriti de yoktu. Bunları düşünerek gözlerini kıstı, ileriye doğru baktı.
Ve birden zevkle, neşeyle sırıttı. Geliyor, geliyor işte! Evet oydu. Oydu ama durakta bekleyen genç adamın önünde değil durmak, yavaşlamadı bile. Geçip gitti.
Genç adam, öfke ve şaşkınlıkla uzunca bir zamandır beklediği karaltının uzaklaşmasına bakakaldı. İçinden sövüp saymaya başlamıştı bile. Şimdi yağmur damlaları yavaş yavaş küçülüyor, sanki bir bezginlik denizinde eriyip gidiyordu.
Kimdi bu genç adam? Kimi bekliyordu? Niçin bezgin ve öfkeliydi? Şimdi bu soruları bir bir yanıtlamak bana düşüyor. Eh, öyküye bu kadar kıl bir şekilde başlarsan böyle olur işte…
Durakta bekleyen genç adam kimdi dersiniz? Hayır, romantik bir jön falan değildi. Yok canım, randevu lafını da nereden çıkardınız şimdi? Anlaşıldı bilemeyeceksiniz. Acı gerçeği ben açıklayayım o halde: Durakta bekleyen bendim. Şimdi “Sen de kimsin yahu?” diyebilirsiniz. Doğru! Beni tanımıyorsunuz. Belki de bu yüzden düş kırıklığına uğradınız.
Neyse ben devam edeyim. İşte demin de anlattığım gibi epeyce beklemiştim. Saat on buçuktan ikiye kadar. Canım çok sıkkındı, üstelik ıslanmıştım. Beklediğimse, …
Merak ettiniz değil mi? Sadece son model bir 302 bekliyordum. Ford da olabilirdi, orası önemli değil. Ne dediniz anlamadım? Hangi kız? Ne anlayışsız okuyucusunuz siz yahu! Ben kalkmış sabah on buçuk servisini nasıl kaçırdığımı anlatıyorum, sizinse aşktan meşkten başka düşündüğünüz şey yok.
Pazar günleri bizim kampüse otobüs servisleri pek işlemez. İşlese de işte durak başında adamı sollayıverir. O gün de ben, orada Bahçelievler durağında ayaza kalmıştım. Yağmur yağıyor, ertesi gün sınavım var. Bir an önce yurda gidip, çalışmam gerekiyor. İçimden şoföre nasıl sövüyorum.
Bereket, yağmur çabuk dindi. Ben de yürümeye başladım. Bu arada aklıma parlak bir düşünce gelmişti: Otostop! Otostop yaparak paşa paşa kampüse kadar gidebilirdim. Düşüncemden ötürü kendimi kutlayarak geçen arabalara el etmeye başladım.
İşte bir Mercedes!… Bu olmaz, çok dolu. Arkadaki Murat boş. Güzeel!… Tüh be durmadı. Alıverse bir yeri mi aşınırdı sanki?… Ama şu Renault yüzde yüz durur. Yaklaşsa da herifin suratını görsem. Güzeel, sevimli biri… Hay senin gibi sevimlinin! Duruversen ne olurdu hıyar! …Arkadan gelenin cinsi bile belli olmuyor. Anadol herhalde. İyice dökülüyor ama idare eder… Lan anladık, arabana almıyorsun. Ya o işaret neyin nesi oluyor? Senin döküntü arabana mı kaldık hırbo!
İlk kez otostop yaptığımdan, çok sabırsız ve sinirliydim. İyi ki şoförler söylediklerimi duyamıyor. İnsan nasıl sinirlenmez? Sanki tüm şoförler ve oto sahipleri beni yürütmeye ant içmişler.
Al işte biri daha! İnsan biraz da yolda kalanları düşünür. Tutacaksın bunları, “Gel lan bakalım, ne diye almıyorsun milleti arabana ha!”. Herkes yolda kalıp yayan yürürken bunlar lüks içinde çevreyi turlayacaklar öyle mi?
Yabancı marka lüks bir araba, daha ben işaret yapmadan zınk diye önümde duruverince gözlerime inanamadım. Demek hâlâ yayaları düşünen sürücüler var. Oysa az önce neler düşünmüştüm. Özel mülkiyetin kutsal konumuna düşüncelerim ve sövgülerimle gölge düşürdüğüm için hafiften pişman oldum. Bu arada arabaya alık alık bakıp duruyordum. Direksiyondaki iyi giyimli zayıf adam, eğilerek “Kardeş” dedi.
- Ümitköy’e bu yoldan mı gidilir acaba?
- Evet!
- Yolda kaldın galiba?
- Evet!
- Öğrenci misin?” Kitaplarımı görmüştü.
- Evet!
Adam hem güvensiz, hem de küçümseyen bakışlarla süzdü beni. Utanmasa “Vah vah” diye teselliye kalkışacak gibiydi. Sonra da gaza bastığı gibi fırladı gitti. “Fırlama!” diye bağırdım arkasından ama beni duyamadı.
Yavaş yavaş şehir dışına çıkmaya başlamıştım. Bu yüzden iki polisle burun buruna gelince biraz şaşırdım. Bir tanesi önümde durarak kibarca:
“Kimliğinizi verin lütfen” dedi, verdim
“Öğrenci misin sen?” Yanlışlıkla okul kimliğini vermiştim, polis işkillendi. Kitaplarımı alarak teker teker kontrol etti. Sonra da bağırarak, beni kurnazca sorguya çekti.
“Anarşist misin sen o’lum?” Diğeri:
“Pek benzemiyor” diye fikir yürütmeye kalkıştı ama ilkinin gözü tutmamıştı beni.
“Ne malum anarşist olmadığın? İspat et bakalım!”
Ses çıkarmadım. Öylece bir iki dakika bakıştık. Çelimsiz ve zararsız görünmüş olmalıyım ki sonunda gitmeme izin verildi. Yalnız, ayrılırken bir tanesi dostça omzuma vurdu ve “Sakın anarşist olma” diye fısıldayarak beni uyardı. Bana çıkışmayan polisti bu. Herhalde arkadaşının gayretkeşliği karşısında utanmış, kendisinin de bir şeyler yapması gerektiğini düşünmüştü.
“Merak etmeyin” dedim, “Olmam”. İkisi de rahatlamış olmalıydı. Bense pek rahat değildim. Çünkü bir arabaya kapağı atamazsam en az on kilometre yürüyecektim.
Yürüdüm de. Fıtığımda var, ağrı yapıyor. Buna karşın yılmadan yürüyorum. Kim bilir, bacak kaslarım ne kadar güçlenmiştir şimdi.
Okula vardım sonunda tabi. Ama nasıl bir durumda? Bunu bir ben bilirim, bir de okuyunca sizler bileceksiniz. Elbette hiçbir arabanın durmadığını söylemeye gerek yok. Adım atacak halim yok. Yağmur sularıyla terim birbirine karışmış. Bu kadar pahalı olmasa elimdeki kitapları fırlatıp atacağım. Bir ara çukur kazıp hepsin gömmeye bile düşündüm. Sonradan gelip alacaktım. Mübarekler bir ağır, bir ağır ki. Kitap değil sanki kurşun. Haa unuttum, bir de kurt gibi acıkmışım.
İşte bu durumda okul kapısına yaklaşıyordum. Karşıdan da elleri paltosunun cebinde bir adam geliyor ıslık çala çala. Tam da benim önümde durdu. Gülerek,
“Merhaba arkadaşım” dedi. Bende karşılık verecek güç nerede?
“Öğrenci misiniz?”
“Evet'” Öbür arabalı ukalanın tersine, bu benim hesabıma çok sevindi.
“Beytepe Yurdu’nda mı kalıyorsunuz?”
“Evet, hava alıyoruz!”
Adama uyarak ben de gülmeye başladım. Ama bilirsiniz, kimi kez gülmek çok kötü bir belirtidir. Hastalık belirtisi. Benim gülüşüm de böyle hastalıklı bir gülüştü. İnanın o an azıcık daha gücüm olsaydı, o adamın durumu pek iyi olmazdı. Belki benim için de pek iyi olmazdı ya. Katil olmanın ne denli kolay olduğunu anlayabiliyor musunuz? Zavallı atlattığı tehlikeden habersiz ıslık çala çala uzaklaştı.
En çok yandığım şey ne biliyor musunuz? O yorgunluk ve sinirle gidip bir de ders çalıştım. Gözümün önünden otomobiller geçiyordu vızır vızır. Hiçbiri de durmuyordu. Çalışarak sabahladım ve ertesi günü sınav ertelendi.
Yorumlar
Konuk
Yorum 2 (21 Nisan 2024 22:43)
Konuk
Yorum 1 (28 Eylül 2023 18:00)
Yorumunuzla katkıda bulunun